21 Temmuz 2011 Perşembe

KALMAK..

KALMAK

Kalmak, kaçan topunu geri döndürdüğün bir çocuğun gülümseyen gamzelerinde; kalmak, elinden tuttuğun bir yaşlının kırışıklıklarından birinde; kalmak bir yabancının gözlerinde; kalmak birinin yüreğinde ve yine kalmak ardında bir gidenin. Görünmeyen bir izdir kalmak. Bazen  yeryüzüyle buluşmuş bir yağmur damlası kadar kalırsın bir yerde yada birinde. Giden yağmur damlasını bırakır mutlaka bir yerlerde ve belki kalan tek bir yağmur damlasının orada can verebileceği bir şeyler mutlaka vardır ve devam edersin kalmaya bambaşka bir biçimde. Bazen kumsalda bir ayak izi kadar kalırsın. Denize ne kadar uzak olursan o kadar çok kalabileceğini sanırsın fakat başka ayak izleriyle yok edilmenden daha anlamlıdır bir dalgayla her okşanışında yavaş yavaş yok olmak ve köpüklerin beyazında devam eder varlığın sahillere vuran her dalgada. Köpüklerde kalır sıcaklığın ve köpükler denizlerde kalır. Bazen elini tutan bir elin sende kalan sıcaklığı kadar kalırsın birinde. O yabancı sıcaklık hiç gitmeden hep kalsın istersin, koruyamam sanırsın ama o sıcaklık vücuduna karışıp sende mutlaka kalır. Ve bazen de yazılı bir kitabe kadar kalırsın bir yerde, bir fosil kadar, milyonlarca yıldır aralarından güneşin pırıl pırıl gülümseyerek doğduğu dikili taşlar kadar, kırılmış kaybolmuş parçalarına rağmen bir asırdır duran bir heykel kadar, sayfaları yırtılıp kaybolmuş toz ve nem kokan kutsal bir kitap kadar kalırsın bazen. Üzerindeki her iz sonsuzluğun boşluğunda kaybolmuş binlerce yitik an taşır. Varlığından en çok haberinin olmasını istediğin kişinin varlığına dair hiçbir fikri olmasa bile sen inatla kalmaya devam edersin. Kim için yazıldığı ya da inançlara göre kim için gönderildiği bilinmeyen binlerce asırdır kaybolan sayfalarına, silinen mürekkebine ve bulunsa bile anlaşılması artık mümkün olmayan diline rağmen ısrarla sahibini arayan ve bekleyen kutsal bir kitap olur kalır, beklersin. Birileri seni illaki bulur, spot ışıkların altında kırılmayan camlardan yapılmış kutuların içine koyar, değerinin bilindiğini düşünür ama esas bulması gereken tarafından bulunamadıkça binlerce kez anlam kaybeder, hiç bulunamasan da işte tam orda ışıkların altında kalırsın. Öyle yerler vardır ki, orada yapılacak tek eylem orada kalmak olsun istersin ve bir lahit hayal edersin orası için dönüşünü garanti altına almak adına.Sen gitsen de o lahitin üzerindeki oymalarda yaşar ruhun orda ve yine kalır, yine de kalırsın. Ve bazen de ilk defa gidip az önce ulaştığın yerde bir saniye kalır, hiçbir zaman hiçbir yere kımıldayamayacakmışın gibi hisseder sanki yüzyıllarca orada kalırsın. Olduğun yerde gördüklerin, duydukların ağzından ateş yerine buz saçan bir ejderhanın nefesi olur olduğun yerde donup kalırsın. Bazen bir saniyelik bir bekleyiş bir asır olur, en başarılı heykeltıraşın elinden çıkmış bir heykel olur bekleyişini ölümsüzleştiren sen olursun. Bazen de gerçekten o kadar çok beklersin ki fosillerini bırakır yok olursun. Ama yine de kalırsın bir izde, bir gözde, bir yürekte; belki hoşça belki de bomboşça ama gitmez bazı şeyler; bir yerlerde kaybolmamış bir yanınla mutlaka kalırsın. Görünmeyen bir izdir kalmak ama görünür gözlerinde o iz öylece kalakaldığında; en çok da giden birinin ardından bakakaldığında. Bakışların gidenin gözlerinde, acısı sende, ta içinde, en derinlerinde kaldığında. Gidenin ağzından dökülen “hoşça kal” sözü yüreğine saplanmış, hiç çıkarılamayacağını çok iyi bildiğin bir mermi gibi aklında kaldığında yüreğinin çıkılması mümkün olmayan zindanlarında kalakalırsın ve üzerinde gezinen onca gözün önünde ayakta gerçekten çok zor kalırsın bir gidenin ardından. Gidenin ardında bıraktıkları senin dünyanda öyle ömürlük kalır ki her gün bir başkasının acısıyla baş başa kalırsın. Kalan her şeyle yaşadığın acı yüzündeki çizgilere yerleşir ve ömrün boyunca senle kalır. Bir kutunun içinde, bir defter arasında, mürekkebi dağılmış birkaç kelimeyle bir sayfanın üzerinde hep bir şeylere maruz kalsa da olduğu yerde mutlaka küçücük bir izle bile olsa kalır hep bir şeyler. Aslında en güzeli bir gülümseyişte kalmaktır ama ne kadar uzun sürer ki bir gülümseyiş. Öyle zor bir eylemdir ki kalmak, hep en uzun sürenleri acı olarak kalır. Seni bekleyenlerin hayatından bir bir düşüşünü seyretmektir kalmak. Kalmak acıdır ve hiçbir acı ‘hoşça’, hiçbir acı ‘sağlıcakla’, hiçbir acı ‘esenlikle’ kalamaz. Yalnızca bir giden ve bir de kalan vardır ve kalan tüm gözler hep acıyla bakakalır…


GİTMEK..

  
GİTMEK

Gitmektir bazen kalmaya tek çözüm. Olabildiğince uzaklara gitmek. Herkes ve her şey nereye gidiyorsa tam tersi yönde yol almak. Kaçmak, saklanmak, görünmez olmak istersin çoğu zaman. Bir küçük sırt çantası tek yol arkadaşın, içindeki kaçak ruh en yakın dostun olsun istersin. Bazen bir küçük sırt çantası bile bozacaktır özgürlük büyüsünü. Elini, kolunu sallaya sallaya, kıyafetlerin üzerinde dalgalanarak, rüzgar vücuduna nüfuz ederek atmak istersin o geniş kaçış adımlarını. Gitme fikrinin hayali bile bir başka hızlandırır kalp atışlarını ve kalmak o zaman daha fazla can acıtmaya başlar. Aklına sızıp kanının her pompalanışında vücudunun her hücresine yayılarak uyuşturan, ayaklarının yerle temasını kesen gitme fikri etrafındaki her şeyin varlığını kaçma bahanesine dönüştürüverir birden. Bir zamanlar yabancılık duygusundan kaçmak için varlığına ihtiyaç duymuş olduğun o eski ev terliklerinden bile kurtulmak istersin. Bir tane çiçek açar mı diye her sabah ilk baktığın şey olan sulamayı unutup bol bol sevgilediğin pencere önü çiçeğin verebileceği en güzel çiçeğiyle dururken karşında ondan bile kurtulmak istersin. Yeni bir tomurcuk kalma bahanesi olmayacaktır. Evinin en sevdiğin köşesi bile artık dışardan dönülerek geçilip gidilmesi gereken yabancı bir köşe oluvermiştir. Teneffüs ettiğin havada başka kokular istersin. Uykun kaçıp gözlerini diktiğin duvarlarda hayali şekiller göreceğin başka izler olmalıdır. Yatağının olağanüstü rahatlığı bile daha rahatsız bir yatak ihtiyacı doğurur içinde. Gitmek, kaçmak, uzaklaşmak istersin. Gitme kıyafetleri aramaya başlarsın dolabında. Giderken giyeceklerin kaldığın zamanların izlerini taşımamalıdır. Mümkün olsa kemiklerine kadar soyunup gitmek istersin. Dolabının en alt raflarında kalmış uzun süredir dokunulmamışlık izleri ve kokuları taşıyan giysileri deri değiştirmiş tatminkarlığıyla üzerine geçirdikten sonra, yanına hiçbir şey almadan çıkarsın o kapıdan. O arasından geçtiğin dikdörtgen birden sihirli bir boşluk oluverir. Bir savaştan hiç yara almadan kurtulmuş bir askerin cephesini terk ederken kocaman açılmış gözlerine yerleşmiş gurur yansır gözlerine ya da bir günahkarın belki de ilk defa gittiği bir kiliseden dışarı adımlarını atarken tüm günahlarından arınmış olduğunu zannettiği andaki memnuniyet resmi çiziliverir yüzüne. Tüm kurtulmak istediklerinden uzaklaşıyor olmanın verdiği haz bir maske olup yerleşir ifadelerine. Dışarısı bir başka masal diyarıdır şimdi. Attığın her adımda kendi çizdiğin resimde yürürsün. Oysa her şey aynıdır aslında tüm gerçekliğiyle ve düşünmekte biraz gecikmiş olduğun nereye sorusu yanıtsız kalır.

     Her gidiş, her kaçış bir dönüştür aslında. Ayrıldığın kişi ya da kişilerin yüreğinde tam oldukları yere geri dönüştür. Onu ya da onları ne kadar çok sevdiğini, yüreğinde çoktan edinmiş oldukları sarayı o an görürsün ve gitme duygusu renk değiştirir gözlerinde. Gitmenin ayrılmanın acısıyla kavrulan yüreğini söndürme hevesiyle gözlerinden süzülerek akan gözyaşların yüreğinin aynası olup yansıtır bakan gözlere sevgi acısını. Soğuktan buharlaştığını zannettiğin nefesinde aslında yürek yanıklarının dumanları gizlidir. Yüreğindeki ateş midene dolar; içinde tüm organların yanmış ve yok olmuş hissi veren kocaman bir boşluk ve boğazında koca bir düğümle kalırsın. Yüzün yüreğinin en buruk, en dramatik anına sahne olur. Yüzündeki çizgilerin her biri bu hüzünlü oyunun karakterlerine dönüşüp en acıklı rollerinden birini öyle etkileyici oynarlar ki sahnedeki yerlerini daha derinlere gömerler ve vücudun içindeki kocaman boşluğa rağmen öyle ağırlaşır ki ayak izlerin derinleşir. Bastığın yerde kalan olmak istersin o anda, tüm önceki hislerine isyanla bastığın yerde kalmak çünkü gitmenin kalmaya çare olmadığı gerçeği kocaman bir elden çıkmış bir tokat gibi çarpar yüzüne. Ne değiştirdiğin kıyafetlerin ne de yanına almadıkların uzaklaştıramamıştır seni aklından. Beynini bir yerde bırakıp arkana bakmadan uzaklaşmakmış gitmek der içinden alaycı bir ses. Beynini kafanın içinde taşımanın dünyayı sırtında taşımak olduğunu anlarsın..Bir kadının rahminde çoktan gelişmeye başlamış istenmeyen bir bebek gibi olur beynin ve bir kürtajla kurtulmak istersin ondan. Tam anlamıyla mümkün kılmak için gitmeyi yüreğinden de kurtulman gerektiğini anladığın anda beynin vazgeçer kendini imha etme düşüncesinden. Madem ki gerçekten gitmek bir cinayet ve bir intihara mecbursa o an yalnız gitmenin mümkün olmadığını bir kez daha görmüş olursun gözlerinde dünyanın ve bir yolculuk yapmış olursun aslında. Gitmekse gidersin ama “kendine” çünkü tüm yollar kendine çıkar. Bir çemberin etrafında dönmüş durmuşundur. Kendi dünyanın gerçeklerini kendi pencerenden manzara gibi seyretmiş, anımsanması gereken kareleri gözlerinin objektifinde ölümsüzleştirmiş, gitmekse gitmişindir. Fakat ruhunu geride bırakamadığın sürece gitmek değildir hiçbir zaman gitmelerin. Ne zaman nereye gitsen ya da gitmek istesen garip bir seyyah olup hep kendine, hep kendi yüreğine göçersin..

Tanıdık Yabancılık

TANIDIK YABANCILIK

        Tanıdık bir yabancılık var etrafta. Belki de içimde gezinen bir yabancı var. Ya havada soluyorum onu ya da damarlarımda hissediyorum. Kanımı donduran bir yabancılık esiyor rüzgarda, nereden geldiğini asla bulamadığım. Yüzümü okşayan esintide aşina olmadığım bir koku ciğerlerimi dolduruyor. Hiç tanımadığım bir ses yankılanıyor kulaklarımda ve daha önce hiç görmediğim renkler uçuşuyor gözlerimin önünde. Ayaklarım garipsiyor şimdi üzerinde durduğum yeri. Ellerim sanki buradaki her şeye daha önce hiç dokunmamış. Dünyayı ve üzerindeki her şeyi yeni keşfetmekte olan bir bebeğin merakla karışık ürkekliği yansıyor yüzüme. Gökyüzünün aynasından görebiliyorum kendi yabancılığımı ya da yabancı olan her şeyin içinde öylece kalakalmış olan kendimi. Her şey aslında aynıyken, hep oldukları yerde dururken, ve ben kendimi zaten yüzyıllardır burada bir heykel gibi duruyormuşum gibi hissederken, nasıl oluyor da bir zaman makinesinden şimdi çıkmış ve kendini zaman ve mekanın herhangi bir yerinde hiç tanımadığım şeylerin içinde bulmuşum gibi hissettiğimi hiç ama hiç bilmiyorum. Her şey aslında yüzyıllardır varmış ama aslında onları hiç tanımamışım ya da aslında hiç biri yokmuş ve ben gerçekten bir yabancıymışım. Tanıdığın tüm insanlar ve her şey vagonlara doluşup zindan karanlığındaki tünellerde kaybolduğunda,hızla geçen trenin rüzgarıyla tüm kıyafetlerine demir çengellerle tutturulmuş olan kara bir yabancılık başlığı geçiverir başına..Ters bir rüzgarın esmesini dilemekten başka yapacağın hiçbir şey kalmaz ama o nefret ettiğin fırtınalar bile artık ziyaret etmezler seni..Onlara da yabancı kalmışındır..Derini yüzercesine soyunduğun giysilerin bu kara başlıktan kurtulmana çare olmaz, aksine çengeller çıplak teninde gittikçe derine iner..

        Bir gece, yine yıllardır yattığın yatakta yumarsın gözlerini hayata kısa bir süre için..Oda, duvarlar, sadece adı ve kalınlığı değişen başucunda hep duran bir kitapla yumarsın gözlerini etrafındaki her şeye ve o gecenin sabahına uyandığında her şey bir yabancı oluverir birden, ya da sen onlara yabancı kalırsın. Her eşya aslında sana hiçbir zaman ait olmamışlar gibi bakar göz bebeklerinin içine, gözbebeklerin büyür, gözbebeklerin küçülür. Eski bir ev terliğine ihtiyaç duyarsın ama yoktur..Duvarlar teninin bir irini dışarı atma hevesi gibi atmak ister seni dışarı. Duvarlarda kabarır siluetin. Dışarısı ise bambaşka bir yabancıdır. O ağaç aslında orada mıydı değil miydi, tam karşıda bir ev var mıydı, yoksa bir gecede mi var olmuştu hepsi, her gün çizgilerine basmadan yürümeye çalıştığın kaldırım bu muydu düşünür durursun. İnsanlar o kadar yabancıdır ki korkarsın yürümeye. Yüzüne, büyüyen gözbebeklerine bakmalarından korkarsın. Sen yabancılaştıkça onlar da daha bir yabancılaşır ve daha çok dolaşır gözler üzerinde. Her birinin bakışı bir cadının zehirli elması etkisiyle yayılır kanına. Hepsinin yüzünde alaycı bir gülümseme görürsün ya da gördüğünü düşünürsün. Yabancılık doldurur tüm vücudunu esen rüzgarla, içine işler, dondurucu bir soğuktan daha çok yabancılık yanıkları oluşur teninde, parmak uçların hissizleşir, zehirler seni. Kaçmak istesen nereye gideceğini bilemezsin, aslında nereye ait olduğunu ya da oradan başka bir yer var mı yeryüzünde, yoksa dünya denilen yer topu topu o kadar mı emin olamazsın. Sonra yabancılık yabancılaşmaya başlar ve gördüğün yabancı gelen her şeyin dünyanı istila etmiş olduklarını düşünürsün  ve her şeyi yabancılaştıran birden bire sen oluverirsin. Bu bir kısır döngüdür ya da çözmeye çalıştıkça daha fazla birbirine giren kör bir düğüm, ilk kimin ellerinden çıktığını hiç  bilemediğin.

    İşte öyle tanıdık bir yabancılık kokuyor şu anda da. Yabancı ben miyim yoksa her şey ve herkes bana mı yabancı bilemiyorum. Gözlerine bakmaya korkuyorum belki seninde gözbebeklerin büyümüştür diye. Nemli pas kokusu, gri ve mor karışımı puslu sis renkleri. İşte bunlar tanıdık, hatırlıyorum. Bu yabancılık aslında tanıdık biliyorum. Olmamam gereken yerdeyim ya da olmam gereken yerde değilim. Sanki bir asır önce dikilmiş bir heykel gibi öylece durup, aslında olmamam gerektiğini anladığım yerde. Yani yabancıyım. Tanıdık bir yabancıyım bir yabancının yüreğinde ya da tüm yürekler hep bana yabancı kaldı..

    Yağmur yağdığı gecelerde ben ağlardım seyredip kendi penceremden dünyayı ya da benim ağladığım gecelerde yağmur yağardı dünyaya. O da belki kendi puslu karanlık penceresinden seyrettiklerine ağlardı..Biri illa ki doğrudur ama hangisi hiç bilemezsin ve hiç öğrenemezsin..Durduğun yer aslında yeryüzü mü, yoksa gökyüzü mü hiç anlayamazsın..Hangi pencereden ve kimin penceresinden bakıyorsan ordasındır işte..bazen yeryüzü, bazen gökyüzü..Bazen yeryüzünün merkezindedir ruhun, bazen atmosferi çoktan aşmışındır..Yabancıysan, yabancılaştırılmışsan yerçekimi kanununu da yalanlamışındır, ya da yer fazlasıyla çeker seni..Ayakların havaya dokunur belki, belki toprak içersin kana kana, belki de suyu solursun ciğerlerine..Ne olsa yabancı değil midir hepsi sana ya da sen hepsine..Çok fark yaratmadığını gördükçe, yabancılık bir adım daha tanıdıklaşır..

   Tanışıklık yabancılaştıkça yabancılık yaklaşır ve buz keser parmak uçların..Dokunuşlar hissizleşir, hisler yabancılaşır..Etrafını saran boşluk derinleşir..Giden metal vagonlar o kara delikten bir daha hiç çıkmaz..Ters rüzgarlar hiç esmez, ki esse ne yazar; yabancılık başlığının çengelleri çoktan kemiklerine kaynamıştır bile..Eski bir ev terliği bulamazsın hiç; bulsan bile hep başkasının çıkar ve geri geleceğini umut ettiğin trenler aslında hep tek yöndür..Senin olduğun yere doğru döşenmiş rayların hiç olmadığını görmek içinse artık çok geç olmuştur..Yağmurlar yağar, sen ağlarsın; sen ağlarsın, yağmurlar yağar..Birileri hoşça kal der durur oysa sen hiç hoşçakalamazsın.. Kalmaksa mesele evet kalırsın öylece derinliğinde boşluğun..ya da derin bir boşluk yerleşiverir içine, hiçbir zaman hoşçakalamazsın..

   Yabancılık artık çoktan en tanıdığın, en yakının, en çok sen olmuştur…